15 Aralık 2012

ne diyecektim deme, ne dedim de

kalemi kırıp yazmaya devam etmekle iyi bir şey yaptığımı düşünmüyorum. yazılı tarih bunlara hiç şahit olmamalıydı belki de. kalem kırılınca, ceza da kesilecek elbet. örneğin, sürçsede zaman zaman, atan bir kalp gibi varolduğumun delili sayılabilecek şeyler varolduğu sürece bundan kaçış olmayacak gibi gibi. siz yine de takılmayın, ben bir süre takılacağım buralarda.

paylaşmak, yazarak çizerek ve daha bir çok yolla insanla birlikte hep varolagelmiş bir kavram. fakat insan, bu devrin insanlarının paylaşma anlayışından bir miktar şüpheye düşüyor çoğu zaman; paylaşmak mı, teşhir mi? sanırım bir kavram kargaşası içerisindeyiz. masum görünen şeylerin aslında asıl manadaki masumiyeti öldürdüğünü izlemekte ve bizzat yaşamaktayız.
hiç facebook hesabı açmamış, face'in yüzündeki o 'feyz'den nasiplenememiş birini asosyal olarak niteleyebiliyor mesela artık insanlar. sanırım sosyal olma(ma), iletişim(sizlik), paylaşım gibi kavramlar konusunda da algı sorunu yaşıyoruz.
sosyal medyada aktiflik düzeyini yüzde bilmem kaç yüz artırarak, tanıdığı insanların nerde ne yaptığını ve hatta hangi ruh haleti içerisinde olduğunu takip edip, onaylayarak bir aktivitede bulunduğunu, hatta ve hatta uzun süre yüzyüze görüşmediği tüm bu insanlarla aslında çok iyi bir iletişim içerisinde olduğunu iddia eden insanlarla dolu etrafımız. bunlar olmadığı zaman bir kopukluk olduğunu, dargınlık mı var acabalara bürünen insanların da sayısı az değil. anlaşılan o ki birbirinden uzakta ya da yakında yaşayan, ve -nedense- yüzyüze görüş(e)meyen insanlar telefon gibi bir icadın varlığını unutmuş durumdalar, "bir sesini duyayım dedim"ler çok daha samimi geliyor bazen.
elbette ki yazarak anlaşmak, kendini bu tür bir yolla ifade etmek de tercih edilebilecek bir yol, bunda sorunlu bir durum yok tabii, amafakatlakin bunu üç beş resim altı yorumla, yazılmış bir cümlenin altına verilen basit bir tepkiyle ve tüm 'iletişimi' bunlarla ifadeye indirgeyerek işin sorunlu kısmına başvurulmuş oluyor.
şimdi devam etsem çok uzayacak bu mesele. en iyisi susayım gitsin.
neyse siz bunlara aldırmayın, takılın. bir gün dünyanın en sosyal-asosyal neslinden biriyle karşılıklı 'acı' bir kahve içerseniz belki en azından kırk yıllık hatırı olur. aman ha sakın bu kahve içimlik o kısa zamanı, hiç vakit kaybetmeden 'sosyal' medya ile 'paylaşın'ki, 'tüm dünya' bu tarihi ana tanıklık etsin.

şimdi hatırladım bu boş sayfayı fotoğraf yüklemek için açtığımı.. nasıl oldu da buralara geldim pek bir fikrim yok, hmm sanırım paylaşmak kavramıyla ilgili bir durum olmalı. ordan da kalemi kırmaktan deklanşörü kırmama geçecekken.. nasip. a evet deklanşörü de kırdım, fotrafıma döndüm. ablamın katkısı büyük tabii. dedim, sanki makinayı elime alırsam dünya yıkılacak, kötü şeyler olacakmış gibi, elim gitmiyor nedense. amaan dedi, yıkılırsa yıkılsın, al bakalım ne olacak merak ettim. iyi fikirdi, olan oluyordu, bir çok şey bireysel müdahalemiz dışındaydı. bu 'kaosa mütevazı bir katkı' da benden olsundu.
beklenen olmadı.. kaos; benim katkımı yeterli bulmamıştı, deklanşöre basmayacaksın pimi çekeceksin dedi, seninki dişimin kovuğuna bile gitmez, bugün git, nükleer ve emperyalist felaket senaryoları yaz yarın gel, dedi. peh de dedi.
iyi aman tamam sustum. bu da bir kötüye kullanım bildirimi oldu gibi gibi.


14 Aralık 2012

Naiflik Ülkesinden Notlar III


yine şiir nöbetlerindeyim farkındayım, yine bir naiflik ülkesi, yine bir Hüsrev Hatemi şiiri,   
 ve yine anneme ve Halep'e...

Hüsrev Hatemi | Aşık Garip Coğrafyası
(1)
seni çok az düşünmeye and içmeliyim;
düşünmek seni, ölümü mûnisleştirir,
güller açılmağa başlar ardarda.
ama versailles bahçelerinde değil,
hindibalı, ısırganlı yollarda…
seni düşünmek bir konser başlatır o anda,
ama öyle siyah papyonlu bir virtüöz değil,
kunduraları tozlu, bakışları dalgın,
kamburlaşmış kır saçlı bir tanbûri,
yakıcı nağmeler koşturur yüreğimde…
kola değil çay içmektir seni düşünmek,
sen düşünmek erzurum, tebriz, tiflis;
yani aşık garip coğrafyası.
içimde senem’mişsin gibi bir his,
sen bundan habersiz, uzak kentlerde,
batılı bir hüzün yaşarken bile.
seni düşünmekten korkuyorum artık;
ölümlü olduğunu her akşam karanlık,
söyler bana ve buna tahammül zor…
benim ölümüm mûnisleşirken,
seninki kanlı zalim oluyor gözümde.
çok az düşünmeliyim seni çok az.
seni çok az düşünmeye and içmeliyim
(2)
kentlerin birçoğunda uzun kavak kalmadı ki gıcırdasın
ama benim sol yanımda sancı baki…
anne ne olur ki,
sıram gelmiş olsun varsın;
ben ölürsem benden genci var tabii
ama aşık garip değil hiçbiri.
ben de olamadım, yokmuş kısmette,
yaşadıkça şah senem’i hissettim
gerçi tebrize, tiflis’e hiç gitmedim
gitsem de bulamazdım, eminim.
anne yunus ne dediyse hep çıktı
şeytanlar semirdi kuvvetli oldu.
zayıf kalsalar ne farkederdi…
nasılsa onlar galip gelecekti
bundan sonra aşık garip olunur mu ki
sen onu söyle anne.
(3)
şâm-ı garibanda değilsek de,
muhakkak çırağanda değiliz anne
lambalar söndü, çakmağı kim yakacak
bu uluyanlar çakal mı
ben, hırkasını giymiş bir derviş miyim?
yoksa öldüm mü anne…
hiçbir ilişkim kalmadı çevreyle;
yağmur beyhude yağıyor hani camdan,
bakacak arap kızları da nerde?
bir şahin uçurtma marifetim vardı
kaleden kaleye;
cılız kuşcağızlarmış onlar şahin değil,
ben uçurduğum için uçmazlarmış
başıboş uçarlarmış üstelik,
sırtımda hırka, ayağımda terlik…
niye ben ölmüş müyüm anne?
çıktım yücesine seyran eyledim
kayak merkezleri olmuş yüceler;
karlar üstünde kırmızı gagalı bir kara kuş,
dalgın ve bîhuş
bakıştık bir süre, ben kuşça
o, insanca
kerem’ler gurbetle işçiydiler
aslı’ları doğrusu aramadım
şah senem’i düşündüm sessizce
‘dost elinden dolu içmiş deliyim’
makine yağlı köpüklü sokak seliyim
ben sanayi oğluyum, sanayi sefiliyim
endüstriyi seversen değme yarama anne.
halep’e girmeden terkediyorum, halep şen olsun
anne ben nereye gitmeli oldum, bilmiyorum.
o kırılma sınırında ince,
o bir tane;
korunacaktı güya;
‘değmesin hop yağlı boya’
haykırışlarıyla kırıldı.
çok yıllar önceki doğu’da,
ölenler testici dükkanlarında
mey kasesi olurlardı, şimdiyse
çevreyolu geçecek günün birinde
narin kaburgaları üstünden
o korunması gereken bedenin
zalim zaman, onu korumayacak
niye ben ölmüş müyüm ki bunlar olacak?
hırka giyenler fırkasından mıyım?
saat kaç, hangi sene?
anne!

12 Aralık 2012

Naiflik Ülkesinden Notlar II

AbdurrahmanCahitZarifoğlu 
Bu seçkide, derlemede toparlamada neyse artık adı sanı -ki benim için naiflik ülkelerinden, çook öncelerden aklımda kalmış belki yalnızca bir mısradan anımsayıp da şehrime uğrayan notlar- neden bilmem, üstadımın küçük de olsa bir fotoğrafı olsun istedim.






Sultan | Cahit Zarifoğlu

Seçkin bir kimse değilim 


ismimin baş harfleri acz tutuyor 


Bağışlamanı dilerim 


Sana zorsa bırak yanayım 
Kolaysa esirgeme 

Hayat bir boş rüyaymış 
Geçen ibadetler özürlü 
Eski günahlar dipdiri 
Seçkin bir kimse değilim 
İsmimin baş harflerinde kimliğim 
Bağışlanmamı dilerim 

Sana zorsa bırak yanayım 
Kolaysa esirgeme 

Hayat boş geçti 
Geri kalan korkulu 
Her adımım dolu olsa 
İşe yaramaz katında 
Biliyorum 
Bağışlanmamı diliyorum




Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler Kançanağı Anlamında 
Cahit Zarifoğlu


Asrımızın zarif düşünceli gençlerinden biri
Kederli elini
Temiz alnına koyarken fikretmek için
Çocukların susması
Kuşların ve kedilerin uzaklaşması
Haritaların üzerine bezlerin atılması
Lambaların kısılması
Kadınların bir vakit konuşmadan
Yaşaması gerekebilir
Ve açılabilir görüntümüz Sahnemiz perdemiz:
Hergün bir miktar kros boksit asit
Ve arenamız
Dokuzyüz milyon müslüman rüyalarını hatırlamadan uyanabilir

Eğer dualanmasaydı sesimiz
Eğer yaradandan o güzel ağız
Açık ve seçik
Dilemesiydi demeseydi
'Allah
Sesinizi
Mağrıptan Maşrıka Kadar Duyursun'
Düşünmezdim üzerinde
Binmezdim deli deli koşan küheylan

Bildim Sensin Sen Sen
Diri Diri Diri Şahım
Diri Şahım Diri Diri
Dirilt Alemi Alemi Alemi Alemi

Çünkü dokuzyüz milyon müslüman rüyalarını hatırlamadan uyanmıştır
Bunların üzerine ezan
Ucu sancılar vuran
Bir kırbaç olmalıydı
Her duyan
Bağrını açmalıydı akan kanı da sevdayı da yorumlamaya almalıydı
Hayır dokuzyüz
Milyon müslüman
Tarihin hülyalarından vazgeçmiş olabilir AMA BEN

Elim dizlerime Vur Kalk
Müslümanlar uyanın Eller Dizlere Vur Kalk
Yumruklar dizlere vur vur
AMA BEN Ama ben Ama ben Ama ben

Korku gerek tenlere etim kalbur
Deşer bakışın kıyar da kıyar

Korku gerek reca gerek
Yanlış anlaşılmış olabilir
Sesini duyuyorum kendimin/kelimeler kendinden emin değil

Yanlış anlaşılmış da olabilir
Aklım başımda mı! Değil

Ve sesimi duyuyorum
Kaburgalarımın gelip artık kavuşamadıkları iniltiden
-Kulun korktuk şerrinden
Ağzımız yerlerde kaldı gerçek dilimizden akmadı
Kuldan korkarken gel zaman git zaman
Bir hayat ki haşa korkmadan yaradandan
Ama elbet ruhumun vazgeçilmez akışı baş çarptığım kayalıklar

Irmaklarımın altından akan ırmak
Sandal sefalarım Marmara toprakları
Ama söyle olmuşsa yüzüme karşı söyle neyi inkar ettim

Dilediğim en güzel hayat
Çöplerin içinde rüya aradım
Düştümse eğer sana bakarken düştüm

Sen dinç zaman
İşte kuluçkan
Bereketle taşan yağ küpleri gibi
Parmaklardan akan çeşmeler gibi

İşte sinem kalabalık ve kendine zinde
Kullardan pervasız nesillerden biri

Aha Şeyhefendim Aha yüreğim
Göz kapanır akıl susar susar akıl
İstersen haydi haydi haydi
Yeryüzünün bütün gümbürtülerini çağır

Çehrenden o azgın maskeyi dök
O evleri kedere boğ
Nasıl olsa her kucaklandığın dalgada
Bir gemi kadavrası gibi ikiyüz yıl parçalandın

Mahşerinde uyanacaksın
Ağzının

Korkuyorum o nedenle
Başım eğik
Dilim kapalı



5 Kasım 2012

Slowblow

hava sıcak galiba, anlamıyorum pek, elim buz. garip bir titreme. işe gitmemi engelleyemeyeceksen ne diye geldin aptal grip. iki günde yataktan kalkabilecek hale gelmem için neden bu kadar acele ettiniz acaba sayın mikroplar, dikkatinizi çekerim mikrop milleti!, bir önceki postta "sevgili mikroplarım" ifadesini kullanmışken beni bu resmi ve soğuk söylemlere iten yine siz kendinizsiniz. yatak döşek iki gün tatil gününe denk gelmeseydi bari. ben bir süre söylenicem burda. siz gidin. 

peki, gittiğinize göre söylenmeye devam edebilirim.. ne demiş Nizar Kabbani; "Yazıyorum/Buğday başakları okusun diye beni/Ağaçlar okusun diye beni/Yazıyorum kurtarmak için sevdiğimi/Şiirsiz şehirlerden/Keyifsiz, gönençsiz, sevgisiz şehirlerden." 
benim yazma sebebim bunlar da değil, ne garip.. 
yanlış leylâlar da bağdattan döner mi peki, diye düşünürken sevmek de yorulur diye yankılandı üstadımın sesi. ne çok sevmiş ki Rabbini, erkenden yanına almış, koymamış bu aptal dünyanın ıvır zıvır derdinin eline..

--
dün/pazar

perdeyi araladım, baktım, güneş var. yine de buz gibi bir betona çarpıyor insanın yüzü tül perdeyi aralayınca, karşı evin duvarına. koskoca beton, bir kenara itilmiş utangaç bir saksıyı pencere girintisinde saklıyor. esmese rüzgar da düşmese diye içimden geçirmeden edemiyorum. sonra bunun gereksiz bir tedirginlik olduğunu anlayıp rahatlıkla rehavet arasında bir yer arıyorum gözlerime. belli ki uzun zamandır orda ve belirsiz bir süre daha orda konaklayacak. birden koca gövdesiyle bir martı giriyor saksıyla aramıza. martılar yakından ürkütücü denebilecek kadar büyük görünüyorlar bazen gözüme. uzandığım yerden betonların arasından silik gökyüzünü çekip çıkarıyorum halsiz kollarımla. bırak diyor aklım kuşla çiçekle oyalanmayı kalk, o aptal kadınlardan olmamak için sürüklendin,  onlardan biri olmamak için herşeyi yaptın, şimdi kalk ve saçmalamayı kes! dese de beynim bedenimdeki ağrılar ve kırgınlık hiç birşeye izin vemiyor. başımın içinde dolanan milyon tane gürültünün hiç birine söz geçiremiyorum, birbirlerini yiyorlar afiyetle. başımın etini yiyorlar iştahla. bir iki fotoğrafa bakıyorum; kadın sokakta çamurların içinde yatıyor, Afganistan olmalı, feryat ederken basılmış deklanşöre bir başkası, yanmış içi belli. ne kadar da alıştık görmeye bu "pozları".. yazmaya bile devam edecek gücüm yoksa durum gerçekten fena olmalı beynimin içinde. başımın belası ellerim kelimelerim, tek zararınız bana olaydı. umarım öyledir. öyle olmalı. gözkapaklarım dağ gibi yığılacak birazdan yüzüme. dağ deyince tabi durmadı beyin; "Gerçek şu ki, Biz (akıl ve irade) emaneti(ni) göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emanet)i insan üstlendi."

4 Kasım 2012

adaçayı, bal karabiber, hırka, theraflu-forte

saat olmus gece uc, kafam olmus beyazit meydaninda aksam isporta tezgahi, ne arasan en ikinci elinden en kacagina. (bir ara yazicam beyazit meydanindaki esyalari, saticilari vs) neyse iste anladin sen sakli sehir. anlasilmak seksiz suphesiz; buyuk nimet, mutesekkirim bilesin kara sehir. neydi, heh, bi dunya olmus bunca yil kafam bildigim koy sordugum iki omzumun ortasinda yukselen boynumun ustundeki gunah kecim. kupam dolmus adacayi, bogazim olmus ayda kriter.. bal, karabiber, hırka ve belki de yine ayni halusilasyon bizi ziyaret eder. yine bekleriz deyipte savdimdi. bakin anlasalim, ise gitmeye bir kac gun engel olsaniz benim icin kafi sevgili mikroplarim, ayrica sizleri takdir etmiyor degilim, bacak kadar boyunuzla iyi is cikardiniz, hem simdiden yaptiklariniz yapacaklarinizin teminati bu belli. goreyim sizi!

24 Ekim 2012

365 günden fazladır her gün akşam eve dönerken bir kaç kez görüyorum bunu duvarlarda.. 365 günden fazladır dayılanmaktan başka kayda değer bir hareket yok. 365 günde binlerce insan katledilirken, günler aylar mevsimler geçerken.. hesaplar kitaplar, stratejiler; uluslararası lanet ilişkiler. oturup seyretsin tüm dünya, sonra her yıl senede bir gün, bir Srebrenica daha anmakla yetinecek hepsi alçakça. ya Muntakim! ya Selam.

13 Ekim 2012

memories: kurukahvecizehrinahanım

çay çorba işi için gelen ve türk kahvesi yapmayı bilmeyen ablaya çaktırmadan kahve yapmayı öğretmedim dememek için..
mümkin tabi.

4 Ekim 2012

çok uzaklara bakmaktır, durmadan saatlere bakmak

bozuk para gibi bozuluyor anlamlar, on liram var iki beşlik yap diyorum, çak bi beşlik diyor, çakıyorum çakmağı bir of çekmeden karşıki dağlar benzin dökmüş gibi alev alıyor, alıyor geri vermiyor, huysuz bir çocuk gibi kaçıp saklanıyor, üçyüzaltmışbeşe kadar sayıyorum, elma armut meyve sebze ne saysam çıkmıyor, çıkmıyor diyorum elli kuruş sonra getirsem?, olur diyor, ne olacaksa o olur, olan olmuş, olacak olansa olacakmış, ya 'o' harfi tedavülden kalkarsa nolacak? o zaman -ne lacaksa lur, lmuş lacak lansa lacakmış, içimdeki ses ilk kez lanlı lunlu konuşuyor, indircen o eli diyor damarımda akan barbar türk, indirmezsem nolur demesiyle toz dumana karışıyor, kafa göz dalıyoruz içimdeki sesle birbirimize, dalıyoruz çıkıyoruz tuzlu sulara gözlerimizden dökülen, boğulacakmış gibi olunca çıkıyorouz sudan, uzaklara dalıyoruz sonra, uzaklar nasılsa yakın oluyor içindeyken herşey, temiz bi dayak iyi geliyor, olan olacak diyor, 'o' diyorum, kalktı tedavülden, o zaman lacak lan diyor, bak diyorum lanlı lunlu konuşuyor yine, hem sen ne biçim kuşsun kafesinden kaçar durursun, senin de iki kanadın olaydı da göreydin diyor, hadi diyor olmayacak böyle vur kilidi hadi, öleceksin ama diyorum, kafesteyim zati ölüyüm gari diyor, salayım seni diyorum git ama konmayacaksın hiç mi hiç uçacaksın hep, söz ver kanatlarının üstüne, söz diyor konmam gayrı neme gerek deyip çırpıyor kanatlarını, komşu kadın çırpıyor halıyı, atlayıp üstüne halının uçuyoruz aleaddin gille, masal yok diyor esmer güzeli yasemin, yazmayacaksın, yazılanı yaşayacaksın diyor, yazdım bunu bir yere deyip, yuvarlanıyorum halıdan, Havvanın düşüp gelişi gibi cennetten yuvarlanıyorum yeryüzüne hergün, bir suçluluk duygusuyla yokuş yukarı yuvarlanıyorum, saate bakıyorum; çok uzaklara bakmaktır diyorum, durmadan saatlere bakmak. 

25 Eylül 2012

memories: kuyular

bir gün baktım N. ağlıyor. hiç ağlarken görmemişim ya, sanki hiç ağlamamış ya da ağlamayacakmış gibi.. hep güler N. hayat doludur, hayat dolu olmak nasıl bir tabirse artık.. öylece dizleri üstüne çökmüş, kalmış, gözleri sağanak yağışlı yer yer sisli. 
dedim: -noldu? (bu noldu'nun şerhi: 'ne olduğunu anlatmak zorunda değilsin tabi, iyi misin, iyi ol yani, efkar basmış ola sadece, kötü bişey olmamış ola.' dır). o bilir. dedi:
"-yok bir şey. içimdeki kuyu taştı sadece. doldukça taşıyor böyle.."

---

uzun zamandır yüzyüze görüşemediğimiz T. ile kendisinin bir anda belirmesiyle görüşebildik. dedim: -ey T. hazretleri nerdesin, ne yer ne içersin, kayboldun yine yoksun (periyodik olarak kaybolur, dünyayı terk eder, sonra bir yerde bir şekilde belirir, herkes alışmıştır artık ne kimse kızar, ne alınır. dönünce, dönmüştür) dedim öldün mü kaldın mı? dedi:
"-yok yahu ne ölmesi, ölmek kiiim biz kim.."

---

geçen gün annem hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu, en son üstüne basa basa dediği şeyin etkisiyle midir nedir (belki de hafıza ayarlarımı 10ar dakikaklık unutma periyodlarına ayarlama gayretimdendir), ne anlatıyordu şu an hatırlamıyorum. dedi:
"-içinde huzuru olacak insanın.. huzurun olsun, bir lokma ekmeğin olsun, doyarsın, her şey yeter. eğer ki içinde, şuranda huzurun yoksa, dünyaları verseler mutlu olamazsın yetmez hiç bir şey.."

---

sonra da bunu okudum, "ol"du:
(...)
"Zengin bir ailenin kızı olan Aziza, kocası ile beraber İslam’ı seçtiğinde, Madrid’den ayrılıp gözlerden uzak bu köyde yaşamayı kabul etmiş. Dışarıdan bakıldığında küçük bir köy evinden başka hiçbir şeyleri yok fakat biraz zaman geçirince anlıyorsunuz ki yaşamları huzur ve sadelikle dolu. Müslüman olduktan sonra dünyaya dair hiçbir şeyin O’nu üzmediğinden bahsediyor Aziza ve ardından her zamanki gibi kahkahayı basıyor ve ekliyor: 
“İmanımız var; yani her şeyimiz var.”


21 Eylül 2012

kısa devreli yedek parça


kameralara yakalanmadan toplamalı
savrulan parça tesirli parçalarını
ve sentetik bir yaşama başlamalı
en kaliteli petrol denizinde yüzmeli yazları
az ötede yanan evlerin
sıcak güneş etkisiyle bronzlaşmalı
yükselen dumana aldırıp keyfi bozmamalı
o kimilerinin aklının kısa devre dumanı
artık kargaların bile üşüşmeyeceği
göğüs kafesine yerleştirilmiş
bu yedek parçayla yaşamaya
alışmalı


17 Eylül 2012

sakin suyun masalıdır-II

II.
sıkı tutardı parmak uçlarıyla sımsıkı o incecik dallardan
akacaktı akacağı kadar gözlerinden
denizden beliğ tuzlu sular
gözleri akana saçları ak olana yaşı yaşlanana dek
bastığı yerleri donduracaktı damlalar
ki yol olsundu sular yorgun ayaklarına
cılız dallarla sabırla yuva kuran kuşlardan ikindi güneşinden
ıssız yollardan incirden nardan gazele durmuş asmalardan
nice karlı göklerden yaşlı topraklardan yürür geçerdi
saklardı koynunda duyduğu masalları
nice ifrit soysuz gördü nice insan kılıklı zalimle savaştı bin yıl
gide gide yüksek sık ağaçlıklı kara bir ormana daldı
karlar yağar içine lapa lapa üşürdü de bırakmazdı parmaklarını tutmuş sımsıkı
savruldu ağaçlar koca dallar kavaklar esti karayeller
kar taneleri gelir konardı kirpiklerine de gözbebekleri hep sıcak
nar taneleri avuçlarında saklı bereket diye
hafifçe eğilip sunacak varırsa
salkım söğütler arkasında selam duracak
eğip de sülün gibi upuzun dallarını

aniden kastı kavurdu ormanı deli rüzgar
yapraklarını rüzgara armağan etmiş bir ağacın dallarına takıldı kaldı saçları
en çok orda savruldu belki deli saçları bin yıldır
kaldı ayakları suda saçları dalda
meğer yetmemiş dişi bir kuşun cılız kanatları ısıtmaya yavrusunu ayazda
baktı dalda takılmış kızıl bir yumak
ördü saçından yavrusuna küçücük kazak

koptu içinden bir tel koptu dallar koptu elleri
bir siliniş yokoluş kayboluş değildi bu kopuş
uzak oldukça yaklaştı
bırakmadı tuttu kolundan hecelerin
çölde rastladığı yaşlı bilge kahin olmaz öyle şey dedi
masal bu ya
olmayacak oldu

saçları kuşun gagasında örgü
parmak uçları suda
varamayacak korkusu sardı her yanını gözlerinde sağanak
oldu bastığı yerler buz
saçları kuşun gagasında ya üşümeyecek artık yavru kuş
yaklaştı uzak oldukça
ki bu uzaklık sonsuz
(...)


1 Eylül 2012

sakin suyun masalıdır-I


I.
su üstünde yürürdü yüzyıllardır
batarak her adımda daha derine..
halka halka izler bırakıp
durgun, kuytu gölgeleri bozup bulandırarak yürürdü
açıp kollarını iki yana
çalıları, dikenleri, ezip geçerdi aldırmazdı kanayan ellerine
sakin bir suya varsındı yeter
aldırmazdı ayaklarını kanatmasına dalların gölgelerinin
ne de üşüyen ellerinin acısına
yeterki değsindi ayakları o sakin suya
parmak uçlarına basardı incitmemek için
ellerini gezdirirdi dağıttığı gölgelerin üzerinde hafifçe;
af dilerdi suyla aralarını bozdu bulandırdı diye
sevdiğine dokunur gibi elleri suyun üstünde..
sendelerdi kimi zaman ıslak saçlarına basardı
ince daldan gölgelere tutunurdu düşmemek için
billurlar sunmasa da hayat ayaklarının altına
yolu camdan saraylara çıkan
suyun üstünde yürürdü bin yıldır
yeter olsun varsındı o sakin suya

31 Ağustos 2012

Tasarımcıyı Çıldırtmanın 8 Altın Kuralı!


sekizinci safhaya geldiğinde koşa koşa eve gidip diploma zımbırtısını yakmak istediğinin özetidir... ama pes etmek yok, mouse un içi kurşun dolu! hepinize yetecek kadar var işveren/reklamveren milleti! 
durumun vehameti çok iyi özetlenmiş aşağıdaki yazıda. bir de bunların photoshopu açabilip kendini tasarımcı sanan versiyonları da mevcut. neyse. bu yazılanlar yalnızca ilk sekiz madde:

...
Herkesin bildiği gibi savaşlar reklamcılar yüzünden çıkar… 

Zihnimize girip, bilinçaltımızı etkileyen mesajlarıyla bütün paramızı ihtiyacımız olmayan şeylere harcatırlar. Paramızı saçma sapan şeylere harcadığımız için fakirleşiriz. Fakirlik insanı depresyona sokar. Ruh sağlığı bozulan insan da şiddete başvurur. İşte savaşlar böyle başlar. Ayrıca bütün reklamcılar komünisttir.
Dolayısıyla konuyu, grafik tasarımcılardan nasıl kurtulabileceğimize ayırarak dünya barışı için üzerimize düşeni yapmak istiyoruz.
Reklamveren olarak bir grafik tasarımcı ile çalışıyorsanız, aşağıda listelediklerimizi yapıp onu çıldırtarak mesleği bırakmasını sağlayabilirsiniz. HEMDE SONSUZA KADAR!..
1. MICROSOFT OFFICE
Bir grafik tasarımcıya herhangi bir doküman göndermeniz gerektiğinde Microsoft Officeprogramlarından biriyle hazırlayın. Programın PC versiyonu olmasına özellikle dikkat edin.Asla Apple Macintosh yazılımları kullanmayın. 
Eğer bir fotoğraf göndermeniz gerekiyorsa; onu çıldırtmanın en kolay yolu, fotoğrafı jpeg dosyası göndermek yerine Word ve PowerPoint gibi bir Microsoft dosyası içine yapıştırmaktır.En önemli ipucu, fotoğrafın çözünürlüğünü 72 dpi yapmaktır.
Bu dosyayı alan grafik tasarımcı sizi arayacak ve fotoğrafın daha yüksek çözünürlüklü halini isteyecektir. Yüksek çözünürlüklü fotoğrafı gönderirken bu sefer de fotoğrafın boyutunu yarı yarıya küçültmeyi ihmal etmeyin ki dosya çabuk gitsin.
Eğer iletişimi e-posta aracılığıyla sağlıyorsanız, arada bir gönderdiğiniz dokümanı mesaja eklemeyi unutun.
2. YAZI KARAKTERLERİ
Grafik tasarımcınız hazırladığı çalışmada Helvetica kullanmışsa, Arial ile değiştirmesini isteyin. Eğer Arial kullanmışsa, Comic Sans yapmasını talep edin. Zaten Comic Sans kullanmışsa, o grafik tasarımcı yarı delirmiş demektir; işiniz şimdi daha kolay.

3. NE KADAR ÇOK, O KADAR İYİ
Diyelim ki bir ilan hazırlanmasını istediniz. Grafik tasarımcı ilanın her yerinde boş alanlarbırakacaktır. Bu beyaz alanların ilanın okunmasını kolaylaştırdığını, temiz ve profesyonel yapacağını iddia edecektir.
Bu yalanların hiçbirine inanmayın. Boş alan bırakmasının tek sebebi, ilanın daha büyük olmasını sağlayarak size daha fazla para harcatmak içindir. Bütün paranızı bitirmek ister çünkü sizden nefret eder. Paranızı bitirip iflas etmenize çalışır. Ayrıca bazı grafik tasarımcıların yeni doğmuş bebekleri öldürüp, çiğ çiğ yedikleri söylenir.
Onun için son derece dikkatli davranın ve ilanın kenarlarında sıfır boşluk bıraktırın. Metni, mümkün olan en küçük boyutta yazdırın. Yazı içinde üç veya dört farklı yazı karakterikullanılmasını da isteyebilirsiniz. (Comic Sans veya Arial fontlarında ısrarcı olursanız, bonus var.)
İlanın içine pek çok fotoğraf koydurun. Gerekiyorsa, cep telefonunuzla iş yerinizin fotoğrafını çekip gönderin. Nasıl göndereceğiniz konusunda 1. maddede yazılanları uygulayın.
Bu isteklerinizi yerine getirmemek için sizinle çok tartışacak ama asla pes etmeyin. Müşteri her zaman haklıdır. Parayı veren siz değil misiniz? Eninde sonunda istediğinizi yapacaktır.
4. LOGO KULLANIMI
Hazırlanan işte şirketinizin ya da bir sponsorun veya iş ortağınızın logosu kullanılacaksa, bunu en düşük çözünürlükte gif veya jpegdosyası olarak gönderin. (Logoyu eğer Word dokümanına yapıştırırsanız bonus kazanırsınız.
Bu kadarının grafik tasarımcıyı çıldırtmak için yeterli olacağını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ruh sağlığını bir daha düzelmeyecek şekilde bozulmasını istiyorsanız, logoyukarmaşık bir zemin üzerine yerleştirerek yollayın.
Seçtiğiniz zeminin beyaz veya siyah olmamasına dikkat edin çünkü bunlardan logoyu kesip almak kolaydır. Grafik tasarımcınız bitmap logo üzerinde çalışmayı tamamladıktan sonra daha büyük olması gerektiğini söyleyin.
Logonun sıfırdan hazırlanması gerekiyorsa, onunla dışarda bir yerde çay veya kahve içmek için buluşun. Gittiğiniz yerde peçete üstüne istediğiniz logonun taslağını çizin. (Daha da iyisi, 9 yaşındaki yeğeninize çizdirin.) Taslağı kendiniz çizerseniz, üzerinde beş dakikadan fazla uğraşmayın. Detaylı ve anlaması kolay bir şey vermemelisiniz. Buradaki temel mantık, grafik tasarımcının sizin ne istediğini mümkün olduğunca az anlamasıdır ki sonra istediğiniz kadardeğişiklik ve düzeltme talep edebilin.
Grafik tasarımcının göndereceği logoyu asla ve asla ilk seferde kabul etmeyin. Muhakkak düzeltilecek ve değiştirilecek şeyler vardır. Dokuzuncu düzeltmeyi de kabul etmeyin.
Renk, yazı karakteri, vinyet gibi her konuda değişiklik talep edin. Logo içine fotoğraf koymasını söyleyin. Düzeltmelerin 10.’sunda en çok ikinci revizyondakini beğendiğinizi söyleyin. Kalleşçe gibi gelebilir ama kanser illetini insanoğlunun başına grafik tasarımcıların sardığını unutmayın.
5. KELİME SEÇİMİ
Grafik tasarımcıdan bir iş isterken anlamsız tanımlar kullanmaya özen gösterin. Örneğin, “Dijitalimsi bir görünüm olabilir mi?” ya da “Enerjisi daha yüksek bir yaklaşım” gibi şeyler söyleyin ki sizi fazlasıyla entellektüel sanarken kendisini sizi anlayamadığı için yeterinceaşağılık hissetsin. 
Eğer tercih ederseniz, “Çok güzel bir tasarım isterim” veya “Şık tasarım yapar mısınız; öyle tasarımlar olsun ki insanlar baktığında ‘Bu ne güzel tasarım desinler” seçenekleriniz de var. Bunları söylerken kendinizi kötü hissetmenize gerek yok çünkü bu sizin hakkınız. Unutmayın, grafik tasarımcılar dolunayda kurtadam olup yeni doğmuş bebek avına çıkarlar.
6. RENK SEÇİMİ
İdeal renk seçimi (bu işi elbette grafik tasarımcıya bırakamazsınız) aklınıza gelen tüm renkleri tek tek küçük kağıt parçalarına yazmakla başlar. Bu kağıtları bir kavanozun içine yerleştirin ve iyice karıştırdıktan sonra rastgele seçin. 
Grafik tasarımcı iki veya üç ana renk skalası içinde kalmak isteyecektir. Sakın ha! İstediğiniz kadar renk seçebilirsiniz. Gökkuşağında bile kaç farklı renk var. Kavanozdan renk seçme işini grafik tasarımcının önünde yapın ve her bir rengi belirledikçe sevinç çığlıklarıatın.
7. ZAMANLAMA
İşi onaylama zamanı geldiğinde acele etmeyin. Sakin sakin, düşüne düşüne karar verin. İki gün düşünün. Veya altı gün de düşünebilirsiniz. Tek dikkat etmeniz gereken nokta projeninbitme tarihine iyice yaklaşıldığında ilave revizyon istemektir. 
Örneğin, ilanınız gazetede pazartesi günü yayınlanacaksa cuma günü mesai bitimine yarım saat kala yapılması 72 saat sürecek düzeltmeler isteyin. Ne de olsa II. Dünya Savaşı, grafik tasarımcılar yüzünden çıkmıştı.
8. ÖLDÜRÜCÜ DARBE
Yukarıdakilere maruz kaldıktan sonra her insan gibi (gerçi bazıları onların insan olmadığınısavunur ama…) grafik tasarımcı da bütün ümidini yitirecek, sizinle mücadele edemeyeceğini anlayıp her istediğinizi yapacaktır. 
-Mor mu olsun? Tamam, sorun değil; yapıyorum.
-Altı farklı punto mu? Neden olmasın, elbette!
Kazandığınızı mı sanıyorsunuz? Daha değil. Ana hedefinizi asla unutmayın. Mesleği bırakmasını ve bir daha bu işe dönmemesini istiyorsunuz. Dolayısıyla öldürücü darbe için hazırlanın.
İşin son haline karar verme aşamasına geldiğinizde; işin sorumlusu olarak inisiyatif almayışının size ne kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşattığını anlatın.
Sonuçta grafik tasarımcı olan o, uzmanlığını, bilgisini ve birikimini kullanması; sizi doğru yönlendirmesi gerekirdi. Bunu neden yapmadığını sorgulayın. İşi ona vermek yerineMicrosoft Publisher’da kendinizin yapmadığından pişmanlık duyduğunuzu söyleyin.
İşte bu kadar! Artık ondan kurtulduğunuza kesin gözüyle bakabilirsiniz.
Tebrikler…

Radikal / Gürül Öğüt

22 Ağustos 2012

deveye demişler vur beline kazmayı hazırla kılıfı yorganına göre uzat

araçlara kırmızı ışık yanmış, yayalara yeşil. cadde sakin. caddede karşıdan karşıya aralarında epey mesafe bulunduğu halde geçmekte olan iki kişi var. ama her nasılsa arkadaki yaya kişi öndeki yaya kişiye ışık hızıyla yetişerek  bomboş caddede çaprazlama olarak çarpmayı başarabiliyor. öndeki kişi kamyon çarpmışa dönüyor ama ses etmiyor, ya da şoktan edemiyor. kamyon kişi ise yalnızca bir 'pardon' ile geçiştiriyor. kamyon çarpmışa dönen öndeki kişi ayağının da acısıyla olsa gerek kamyon kişinin fransız olma ihtimalini sorguluyor; 'pardon'..
öndeki kişi düşmedi ama tökezleyerek kendini kaldırıma attı yoksa gerçek kamyonlar onu ezebilirdi. acaba bu kamyon kişisi bu tip saçmasalak bir çarpma gerçekleştiği sırada, yeşil ışık amcaya mı bakıyordu, kuşlara mı, yoksa sağ tarafına denk düşen araçların penceresinden yansıyan aksine mi, gönül meselesi mi, hayır neye bakıyordu da önünde yürüyen kişiyi göremeyip göktaşı hızıyla çaprazlama çarptı.
kasıtlı değil, olsa anlaşılır da burda bir saçmalık var.
o sırada elinde kamerasıyla yoldan geçen gazeteci olayı anında görüntüleyip gayet rahat manşet yapabilirdi: 'boş yolda bir yaya diğer yayaya kırmızı ışıkta acımasızca çarpıp 'pardon' diyerek kaçtı!'

asıl soru şu ki; arkadaki kişi mi görmedi yoksa öndeki kişi Bin Jip'deki esas oğlan gibi görünmez mi olmuştu sonunda (öyleyse sorun yok), ya da bir Tim Burton karakteri gibi dışlanmışlık hissi mi vermekti niyeti kendi çapında; gelen vurdu giden vurdu duygusuna kaptırmak sinsice? ya da öndeki kişinin çarptığı tüm insanlar için; bir Inarritu filmi gibi yaptğı şeylerin karşılığını bulması "yaa öyle olursun işte" dedirtmek için miydi? Tengri arkadaki kişiyi kutsamış mıydı?
hmm renklerde mi sorun vardı acaba, açık renk denilmez de mat renkten dolayı mıydı acaba görünmezlik? sarhoş mu? cık değil. kulağında kulaklık varsa demek görmesini de engellemiş olabilir tabi mümkün. yoksa kamyonluktan mıydı?

20 Ağustos 2012

acz

vaktiyle Irakta kadinlar "bari gelip su duvarlari uzerimize yikin" diyorlardi..
simdi yine ayni feryatlar yukseliyor Suriyeden ve gundemde olmadikca bilinmeyen, soyle soyleyelim; 'bildirilmeyen' yerlerden. masum kadinlar diyorum..

duvarlar bizim ustumuze yikilsin!!!

biz ne ara her duyduguna inanan, gormedigine de inanmayan, kendinden baskasini dusunmeyen bencil, kor sagir ve haksizligin karsisinda susan 'dilsiz seytanlar' olduk.. unuttuk hemen haberlerden sonra dizi baslayinca, boyle programlandik cunku.
bundan kastin ne oldugunu nasil anlatmali? devletler arasi bir takim cikar tabanli anlasmalarin sebep oldugu tum bu olanlarin durdurulmasina yonelik gecikmelerin varligini bilerek, kim daha dayi, kimin sozu gececek diye bekleyerek, birlesmis milletlerin sahte bariscilik oyunlariyla aptal yerine konularak her seferinde, nasil bu kadar gormezden gelip kucuk hesaplarin zihnini kaplamasina musade edebilirz!

sana dokunmayan yilan bin yasiyor evet, peki ya sana dokunmayacagina bir gun, ne kadar eminsin. yilanlarin sadakatine tum kalbinle inanip, huzurla uyuyarak, uyusuk beyinlerle yasamayi nasil kendimize, insanligimiza yedirebiliriz.
nedir? satilmis yada kukla devletlerin gosterisi bittiginde ipleri kesiliyor, fatura da hep "insana" kesiliyor hunharca.
ne buyuk ne kadim ne soysuz bir acziyet!
hayir kadim degil; yetisememis olsakta vaktiyle savasin da bir namusunun oldugu, din, irk ayirt etmeksizin insanin bir degerinn oldugu, yalnizca ordularin savastigi, hani simdi su sadece lafta kalan "etik" anlayisina sadik kalinmis nice savaslar vakiymis bir zamanlar. nasip bu yuzyilaymis.. ama bu acziyet..

...
"ah anneanne
kiyamet bize,
kiyamet bize,
kiyam/et bize"

16 Haziran 2012

naiflik ülkesinden notlar

iyi bir şiir okuyucusu -şiir okuyucusu neyse artk- değilim galiba ama şiir sevdiğim söylenir.
ve bu sıralar Hüsrev Hatemi şiirlerine fena bulaşmış durumdayım..


Ağıt(1)
Ürkekti, ürperirdi üzüntüsü sürekli
Dal gibiydi, dalgındı, derindeydi, düşteydi
İnceydi, bir imgeydi, izlenimdi, simgeydi
Ak kuğuydu ve keder buğuydu gözlerinde
Yeşil yağmurlar yağar, yine kalırdı orda
Yazısıydı, yazgıydı, mevsim de yazdı...
Sonra...
Suskun bir kara tümsek özdeşleşti onunla

İstanbul/1988

Bedehşan İli ve Yüreğim
...
Ah kuzu, bıçak hep senin boynuna 
Kirlenmiş çöllerde şimdi Leylâ... 
Teneke kutu ve çöpler yanında, 
Yüreğimiz lâl olmaz asla. 


Yeridir, bu yürek şimdi ezilsin, 
Yazılsın tarihi ve sezilsin... 
Bir zaman vardı, şimdi yok sevgi 
Sen çık ve salın, şunu da bil ki, 
Küskün gider gidenler yer altına 
Nice gevher bedenler çürüdüler 
Gevher canlar imiş, parlıyor hâlâ 
Tek sahipli ve çok yüzlü bir tebessüm 
Özlem ve buluşmalar hep onunla. 


Ben kınanma hırkasını kendim giydim eğnime 
(...)
Ah çık ve salın ki gün akşamlıdır 
Dilim ise lâl olacak yakındır 
Ama yüreğimin kanı ve kayalar, 
Lâl olmayacak Bedahşan’da... 
Of kuzu, bıçak hep senin boynuna 

Sen çık ve salın, gün akşamlıdır.



Çeşmibülbül
Kalbler sırçadan yaratılmış bir kere,
İmkân yok sağlam yürekle ölmeye.
Her yer cam kırığı her yer...
Ve sırçaları toplayan kişiler,
Camdan bilyalar yaptırıyor;
Tokuşturmak için zevkle,
Dedikodu meclislerinde.
Oysa yüreklerin kırıkları,
Katılarak birbirine
Çeşmibülbül kadehler üflenmeliydi,
(...)



İstikbal Diken Terzi
(...)
Sek sek oynuyor bahçede sükut…
Eski arkadaşı ıssızlıkla.
Oynasın nasılsa uyanmıştı…
Çaylak çığlık attırınca serçelere
Uyuman mümkün mü sevgili çocuk
Seni yanımda tutmak muhal;
Çaylak uzaklaşır uzaklaşmaz,
Sen de bahçeye çık derhal.
Yanında ben olmasam da olur…
Sen gül bahçelerinde ebedi kal.
Tepelerde bir bulutum ben, mağmum,
Hep sisli dağlara mahkumum,
Rüzgarın beni dağıtması yakın, çocuğum.

1989

Başka Dünyalar Rubaisi
Dünyan, başka gezegende, başka bir yer...
Dünyandan dünyama bir ses ver
O mutlu an sona erdikten sonra
Beni bir Kara-Deliğe gönder

Kendi Kendine Geometri

Dört adam, paçaları çamurlu,
Arkadan sırtları yamuk,
Pantolonları silindir.
Omuzlayıp götürmektedir,
Yere paralel bir kişiyi.
Dört adam, yere dikey,
Ve gönülleri iç bükey,
Sonsuza çizilmiş doğrular...
Önce yere dik,
Sonra paralel,
Sonra parçalanıp sağa sola,
Bir atom bombardımanı olacaklar.
Dört adam, şimdi yeri kazıp,
Toprağa bir ceset bıraktılar;
Yer küresine bir yerinden
Değen bir teğet bıraktılar.
Dört adam, şimdi İstanbul’un
Dört yanına dağılacaklar.
Toprak
Ve yere bıraktıkları ile
Dik açıyı koruyacaklar.
Sonra onlar da yere paralel,
Beklesin paraleller, beklesin
Sonsuzda kesişecekler.

Hüsrev Hatemi

29 Mayıs 2012

'..bir kamış olsam'

kimse gidip celladın kellesini vurmadıkça, kınamanın, protestonun bildiri yayınlamanın bir yararı var mıdır engel olamadıktan sonra? bu saatten sonra yoktur, derhal bir şeyler yapılmalı demenin de faydası yoktur, çünkü derhal bir şeyler yapılmalıdır. 


ah evet değil mi ne kadar da aptalım kural bu; bütün brotherların işine gelene kadar beklemelisin, yok canım buna katliam denmez. birleşmiş milletler de öyle olmadığını söyler bir süre sonra ve yine öyle olmamış olur. basit!
oturup seyrederiz vah vah kaç kişi ölmüş, tüh tüh deriz daha tam olarak ne olduğunu bile bilmeyiz/bildirilmeyiz. doğanın kanunu bu deriz, gidenler ölmüş sayılmaz onlar şehit deriz; peki ya geri kalanlar ve mücadele edenler?
onları da unuturuz gider üç beş gün sonra tvde nette şurda burda haber olmadıkça, sosyal medya tanrısına link düşmedikçe. tek seferlik yardım kampanyaları yaparız üç çuval unla yıllarca terkeder unuturuz onları da. varsa bir vicdanımız nur içinde uyusun isteriz çünkü.
akademik kariyerlerimiz, ihalelerimiz, hırslarımız, rantlarımız ve vazgeçilmez lükslerimiz..tüm bunlara olan sadakatimiz, dünyada sonsuza kadar yaşayacağımıza olan inancımızın delili içindir.


bizden birinin kılına zarar gelir ve bu durum milliyetçi damarımıza dokunursa şayet kıyametleri koparırız, bizim bir kaç kişimiz herşeyden değerlidir nedense onların binlercesi ölünce bunca yaygara yapmayız. 
sonra iyi piyasa yaparız bundan, bir sürü senaryo yazar azbiraz romantizmle destekler hasılat rekorları kırarız sinemalarda. sırtlanlar ovası suriye olur bu defa, bir süre de böyle oyalanırız. hatta arap baharında adı geçen her yere bir film yaparız devam niteliğinde olursa daha çok nemalanırız. 


elimizi koyacağımız bir vicdanımız var mıdır, onu sorgulamaya vakit bulamayız; çok meşgulüzdür ve yalnızızdır. derhal bu yalnızlığımızı facebokta paylaşmalı ama aslında hiçte öyle olmadığımızı twitterda yalanlamalıyız. çok yoğunuz, başımız zaten kalabalıktır günlük dertlerimiz bize yeter de artardır  başkasını düşünemeyizdir, misak-ı milli sınırları içinde olan olaylarla ilgileniriz. 
magazinsel olmadıkça kimsenin derdiyle dertlenmeyiz. 
'sefam olsun oh'dur mottomuz ve yaşasındır hedonizm! biz de yaşayalımdır kim ölürse ölsündür ama lütfen artık savaşlar olmasındır değil mi? ölümlü dünyadır ve bir kez geliniyordur. hiii ne dedim ölüm mü? korkunç bir şeydir ağzımdan kim alırsa alsındır susayımdır. savaşlar olmasın yaşasın özgürlük ve barış diye parmaklarımızı tavşan kulağı yapıp fotoğraf çektirelim yeterdir. 
yok canım duaya falan gerek yok, bir senin duanla mı olacak iştir bu, derindir mesele derin! aptal olma. 
anlıyor musun karanlık şehir? ah buna imkan yok değil mi? biliyorum ve anlıyorum.

hiç bir şeye yaramasam da hala burda ne yapıyorum bilmiyorum. uykusuz kalmış bir kaç not işte.. 
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
bir kez varolunca bir daha yok olunamıyor, onu diyecektim sadece. 


18 Mayıs 2012

astigşah

-astigmat var yafrum gözün aydın
-ama ben görüyorum bi sorun yok iyyim
-körsün demedim evladım astigmatsın miyopta biraz ortaya karışık
-ama ama gorüyorum net ben
-bi de böyle bak bakim, karşı duvara bana değil
-hiii nolmuş bu harflere, bluru fazla kaçmış fotoşopta düzeltirim iki dakkada yanlış bulanık harfleri gösteriyosun dimi doktor
-sana bir çift camekan yaziyorum, ekran başında rahat edersin
-puff..neyse bari tuzlu sulu durumlarda camekanlar işe yarar, yani yarar dimi doktor
-boşuna saklanma evlat, boşuna saklanma..
-gittiği yere kadar doktor, camekanlar için saol..iki gözüm önüme aksın ki saol.
ahh gözün çıkmasın dünya, çok gördün de bulanik gösterdin yüzünü dimi çaktırmadan! inadına iğnenin deliğinden hindistanı gördüm görmesine de gözü patlayıpta elime gele e mi (bizim ordan) üstüne bi de gözüne dizine dursun tek göz çektiğim fotolar hem körmü gözü gitmeyeydi o yoldan (bizim ordan)!
bi de 'gözlerini görürken ağlamak gibi' sanki de dünya gözümden düştü, kırıldı. sudaki aksi gibi herşey hala bulanık.

7 Mayıs 2012

l'âme noir

insanlar mı çok kırıcıymış yoksa o mu çok kırılganmış bunca zamandır bir türlü anlayamamış, sanırım bin yıl geçse de anlayamazmış. niyeymiş ki herkes istediğini söyler geçer gidermiş, ne olacakmış sanki, işleri zorlaştırmamak lazımmış. bıraksınmış, herkes kendi hayatını seçmişmiş, yolunu çizmişmiş, hatta karışmasınmış. ama kendi yolunu çizmek ne demekmiş, irade kaderin yüzde kaçıymış, vs vs sorularla sorgularla hiç gelmeyinmiş. üzülmeyecekmişsin kimse için, o halde demekki bazı insanlar da kimse için üzülmeme yolunu seçmişmiş, kimisi ise tam aksini..
ne sanıyormuş bu aptallar, sokağa tebeşirle seksek çizmek miymiş ki yolunu çizmek. seke seke son kareden sonra geri dönmekmiş o halde, sonra tekrar aynı yoldan geriye seke seke..terliklerin aşınıp yırtılana kadar, ayaklarına kara sular inene kadar savaşmakmış aynı sokakta akşam ezanına kadar. işte o ayaklarına inen katrankara karasularına nelerin, kimlerin, ne zaman, nasıl gireceğine karar verebilmekmiş bütün mesele. yoksa bu kapkara sularda batırırlarmış bembeyaz kaçak ruh yüklü gemileri. bu kaçak ruhların sahibi bedenlerin karanlığını aydınlatacak bir ışık henüz bulunamamış.. işte kafka da milenaya veda ederken son mektunda kimseyi içindeki karalara bulaştırmaması gerektiğini anladığındanmış yazma bana deyişi. evet milena çok aptal bir kadınmış elbette, buna kanıp bir de üstüne daha aptal sebepler sunarak kafkayı yakın zamanda ölür böyle giderse diyerek bırakmışmış kendi 'yoluna'. sahiden de milena aptal bir kadınmıştır ve kafkanın sevgisine layık değilmiştir, narin karanlığınaysa hiçmiş..
sonunda karar vermişmiş, hem insanlar çok kırıcıymış, hem de o çok kırılganmış; aslında annesi elindeki derin kavanoz kesiğine kül bastığından beri bunu çok iyi bilirmiş. ara sıra başparmağındaki yara izine bakması yeterliymiş yaşayabilmek için. ama bunun için başparmağına bakmayı hatırlaması gerekmiş ve yine elbette bunun için de unutmamayı hatırlaması gerekmiş. ve sahiden 'katlanılmaz olurmuş, hiç ölemeden yaşamak'
tıpkı şimdi unutmadan yaşamak gibiymiş bu. oysa sadece mandalla baloncuk yapıp üflemekmiş tek istediği. o koca kavanoz..nasıl da kırılmışmış hiç bilememiş. işte sağ elinin baş parmağındaki silik 'L' şeklindeki gri yara iziyle kavanoz kırılmadan hemen önce son üflediği minik baloncuğun içine hapsetmiş kendini. esir düşmüş kendi içine, demirden parmakları ve prangadan ayakları varmış.
ışık; yokmuş ve gözler burada karanlığa alışmazmış. el yordamıyla yaşamaya alışmalıymış zahir.

4 Mayıs 2012

Suriye ikinci Bosna-Hersektir.

-Merkezi New York’ta bulunan Amerikan insan hakları örgütü, suçlamanın İdlib ilindeki yargısız infazlarla ilgili olduğunu duyurdu. Örgüte göre Mart ayının son haftasıyla Nisan’ın ilk iki haftası arasında, ateşkes görüşmeleri sürerken İdlib’de evlerinden alınan en az 95 kişi tek tek öldürüldü.
Örgütün elinde, 35 kişiden bazıların evlerinin önünde başlarından vurularak, bazılarının ise daha sonra öldürüldüğünü kanıtlayan belgeler var.

-İnsan Hakları Gözlem’in Ortadoğu başkanı Nedim Huri, asker ve polislerin cinayetle yetinmediklerini, öldürdükleri kişilerin yakınlarına da saldırdıkları, evlerini ateşe verdiklerini söyledi.
 


bunların yapılanların yalnızca bir kaç günlük kısmı olduğunu bilirken ve bir yılını doldurmuş bir katliamdan bahsedebilirken, biz, insan mıyız? şüpheli.. 

evet bu, big brotherların bir diğer insanlık dışı 'yasal' katliamıdır.