23 Aralık 2011

parmaklarımı şıklatıp üçe kadar saydığımda..

ya pencereyi açıp tanımadığın insanlara anlatacaksın, ya da burda bu blog denen yerde yine tanımadığın insanlara.. ne kadar da benzer şeyler aslında ikisi. aslında kimse kimseye bir şey anlatmıyor.. iki pencereyi açmakta aynı kapıya çıkıyor (bazı pencereler kapıya çıkıyor-artistlik yapmanın lüzumu yok, kes sesini, mümkünse ebediyyen, yok sesten önce elini-) neydi ha pencere-blog meselesi; birisi daha sessiz sakin bir yol, insan denen yaratık genelde bunu tercih ediyor. yoldan geçenlerle yorum yazanların tepkileri de aynı kapıya çıkıyor, yoldan geçenler daha sahici, daha samimi o anda düşünmeden ne diyecekse diyor, diğeriyse sanal, gözleri bile görünmüyor.
kimisi de kendine beddua etmek için önce kapatıp sonra tekrar açıyor penceresini, aslında neden tekrar açtığını da bilmiyor. bilinçsiz yaptığı en kötü şey olarak bir köşeye tarih atıyor.
bilmiyor; çünkü şaşkınların en büyük suçları şaşkınlıklarıdır, dünyaya yeni ayak basıyor gibidirler yürürken her adımda. bilmemenin 'masumiyetine' sığınıp kelimelerini israf ediyor. mesela tam şu harfi ve şu kelimeyi yazarken büyük bir israf yaşanıyor. elin kırılsın senin elin! seni üçüncü sefil şahıs, seni küçük aptal! ortaçağa ışınla kendini ve cadı diye yaksınlar seni! klvynn ssl hrflr yrndn kpsn, sms msj gb sssz hrflrl dbln dr. belki o zaman kesersin sesini..

kendini israf etsede, kelimelerini israf etmemiş o naif adam, kimbilir belki de 'tuhaf bir yarma yaşanıyordur' kim bilebilir. ve o tuhaf adam, diyor ki:
...
çünkü ben
ağlayanları severim ve güzeldir ağlamak
denebilir ki-
bir insan en çok ağlarken güzeldir
vakit de akşamdı dışarda kar vardı
kar yüzyıllardır alabildiğine vardı
insanlar doğar konardı konar göçerdi
sonra o bütün resimlerini yırttı-
birden kaybolmuştu
arıyor diye duydum bir şeyi
çağın unutturmak istediği
belki derin bir gök resmini
ye’si biçen o eşsiz kılıncı gürbüz hamleyi

...

neydi? hmm blog olayı, evet, daha düne kadar günlüklerini delikten deliğe kaçıran, kilit üstüne kilit vuran insan denen tuhaf yaratık şimdi taban tabana zıt denilen bir hale bürünüyor; yapıp ettiklerini iyi kötü ayırt etmeksizin ifşa ediyor, bilerek ve isteyerek. bunlar bilinen şeyler, yeni bir şey söylemiyorum. hem yazmak bir tutku bir yerde, bırakılabilen, terkedilebilen bir şey değil..ama neyi? kime? içine dahil olduğumuz bu şey, adı paylaşım mı? kötü bir şey olduğunu iddia etmek doğru olmaz, eleştirmekte değil, yalnızca tuhaf geliyor dışardan, pencerenin dışından, sokakta yürüyen insan modunda bakınca buraya. ve diyor ki;
...
dalgının ölüm karşısındaki sükuneti
düşmana
ölümün dehşetinden korkuludur

...

öğretilmiş duygular, hesaplı kitaplı günler yaşıyor insan denen varlık artık.  neyi bilip neyi bilmeyeceğimize kim karar veriyor? "faydasız bilgiden, ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden, kabul olunmayan duadan..." en çok kime sığınıyor? kendine mi? kalplerin bile sınırları çizili, ne hissedeceğimize öğretilmiş duygularımız karar veriyor. kuralllar manzumesi bir bir sıralanıyor; trend bu, bunu yiyeceksin bunu giyeceksin ve bunu ya da şunu yaparsan...
bir saniye, dur, kulağıma söyle, duymasınlar:

... 
insan
azar azar kopmuştur

yalnız hüznü vardır kalbi olanın
hüzün öylece orta yerdedir
tuhaf bir yarma yaşanıyordur
çepçevre şeytan kilitleri

sınav

bir oyuna rasgeldim
her taşı yakup hüznü

anlat
bu boşalmış at
hüzündür

yanında
kalfa
çırak


ben bir oyuncu tanıdım
daha
ataktı

gördüm ki çatlıyordu
kara kuzgun

kabusa beyaz bir su
oyuluyordu


‘ve sabır
olmasaydı
yeryüzünde
bir gün
kalınabilir miydi?’


huzur veren bir bakış arıyor herkes, kimse huzur vermek niyetinde değil, onulmaz bir alıcı kuş hali sindi üzerimize. mutluluk ve huzur birbirine karıştırılan iki kavram haline getirilip önümüze atıldı. hop aldık kabul ettik, herşey çok lezzetli ya ne verildiyse yedik, acı mı? tatlı mı? demedik, ah elbette, elbette hiç vaktimiz yoktu bizim sormaya falan, yetişmemiz gerekliydi herşey hayat memat meselesiydi. bırak gitsindi değil mi, aldı başını gitti giden miydi; gitti dünya, kalelerimiz düştü, cellatlar yetişemiyor bak, zindanlar yetmiyor. daha çok kan lazım susuz kalıyorlar yoksa. kimse bunları duymak istemiyor bak, felaket tellalı, akbaba kılıklı, içi kararmış bir zavallı, pesimist bir ucube oluyor bunları anlatanlar. olan oldu, ipin ucu kaçtı deniliyor neresinden tutup da yetişeceksin bırak artık! süngerleşmiş beyinler, emiyor sorgusuz sualsiz bir kabullenişle bu tuhaf ama normalleşmiş hali. herkes sanal ortamda bir başkası oluyor, sonra kendini unutup 'vuuu nasıl bir aforizma tanrım!' diyerek kendi yazdığı cümleyi alıntılayacak kadar zavallı hale geliyor. süper pasifizasyon yöntemleri bulunup test edilip yüzde yüz emin bir kafa hareketiyle onaylanıyor ve 'thumbs up' işareti çakılıyor müttefiklere, ensemizde sinsi bir nefes daha alınarak. ipi yakalamak için biraz kıl kıpırdatmak gerekiyor ya hani, yo yo keyfinizi bozmayın, en iyisi masa başı bir iş, temiz bir sicil. böyle programlandık, kemiklerimize işlendi, sonra derilerimize kazındı kalıcı boyalarla. tamam kestim sesimi. parmaklarımı şıklatıp üçe kadar saydığımda...
....

sen 
ey atını kaybeden oyuncu
bir ilk yazdan koca bir güz yontan adam
bırak oyunu

artık
öyle bir ıssızlık düşle ki içinde
yeryüzünü kişnesin
bizim atlar

...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder