22 Mayıs 2011

bir soluk-luk

kapıyı açtı küçük çocuk, tam karşısındaydı işte, orda, tam ordaydı, ama görmedi onu, duymadı. kapıyı kapattı sessizce. ya da sadece sessiz olduğunu sandı, tahta kapının menteşeleri gıcırdyarak boş odada duvarlara çarpa çarpa yankılandı durdu saniyelerce. oda boş değildi aslında, o ordaydı, ama öylesine soyutlaşmış, kocaman gözleri ufalmış, o kadar varlıktan uzaklaşmıştı ki, yok yanında hiç kalırdı. incecik parmakları ipince olmuştu. öylesine yok olmuştu ki, küçük çocuk onu yok sandı. menteşelerin gıcırtısı yankılanırken boşlukta, rüzgardan çarpıp duran kırık pencereden içeri ıhlamur kokusu doldu. kapıyı kapattı küçük çocuk, boş sandığı odanın boşluğundan korkarak. dolu odalar boş odalardan daha mı az korkunçtur ya da eşyaların varlığı doluluğa denk mi gibi bir düşüncenin küçük çocuğun aklından geçtiğine emindi. ama ne onu, ne de odadaki dopdolu boşluğu görebilmişti küçük çocuk.

gördüğü en küçük çocuk, görünmediği üç beş kişiden biriydi onun. ıhlamur kokusu odaya sığmayıp kapının anahtar deliğinden dışarı kaçtı. çocuk elini kapının kolundan tam çekmişti ki aniden durdu, döndü, baktı. eli kapının kolunda, gözleri kapalı, kapı kapalı. gözleri kapıya kilitli, kapı onun üstüne kilitli. küçük çocuğu durduran şey içine çektiği o güzelim ıhlamur kokusu değildi. oda onunla doluydu, boşluk onu doldurmuştu ama onun boşluğundan daha dolu olan gözleri, kristalleri daha fazla taşıyamadı. hiç bir zaman ağlamamak için kendini tutmayan küçük çocuk, kapının menteşelerinin çıkardığı son gıcırtının da yankılanması bitince, sesle nefes arasındaki bir anlık boşluktan faydalanıp gözlerini kapayınca bir kaç damla kristal, şiir gibi süzüldü. bunu o da görmüştü, damlalardan yansıyan pırıltı anahtar deliğinden sızıp tam göz bebeklerine değmişti. kristal damlalardan biri, yere düşerken ıhlamur kokusuna değdi. ağlamanın güzelliğini kokuyla birleştirmek bir tek onun işiydi, bilirdi.

görmemişti onu çocuk. nefes alıyordu şimdi tam kapının arkasında, bir kez daha görebilmek için o pırıltıyı tam kapının yanına sokulmuştu. diğer damlanın düştüğünü gördü birden. nefesini tutuyordu ki damla anahtar deliğinden uzaklaşmasın. ama olmadı. görebilmenin heyecanıyla nefesini bırakınca birden, damla düşmesi gereken noktadan üç santim uzağa düştü. ahenk bozulmuştu bir kez. çocuk, kırık dökük, boyası dökülmüş kapıyı gözlerindeki diğerlerinden daha iri kristalleri savurarak tek elilyle söküp tam karşı duvara fırlattı. duvarda en son onun görüntüsünün izleri kalan, yer yer sırrı gitmiş, bin parçaya bölünen aynanın çıkardığı tiz ses; havayla, kokuyla, boşlukla, kristallerle ve onun soyutluğuyla birleşip küçük çocuğun kulaklarında boğuldu. kapının varlığı aynanın varlığını parçalara ayırmak için yer değiştirdiği andan itibaren o, bütün yokluğuyla tam önündeydi, ayaklarının dibinde. dizleri üstüne çökmüş, başı önüne düşmüştü. upuzun saçlarından yüzü görünmüyordu, kolları iki yanına sarkmış, şeffaf derisi kapının yerinden sökülürken havalandırdığı toza bulanmıştı. küçük çocuk eğildi, saçlarının kapattığı yüzünü avuçlarının arasına aldı. onun gözleri kapalıydı. soyutluk boşlukta dağılıp uzaydaki yerini almıştı. artık onu görebiliyordu çocuk. neden sonra, onun nefesinin bileklerine değmediğini hissetti. anahtar deliğinden gözyaşının yönünü değiştiren rüzgarın ne olduğunu hiç bilemeyecekti. bir damla daha kristal düştü küçük çocuğun gözünden; bir milim bile oynamadı bu defa.

4 yorum:

  1. çok yorucu ama bir o kadar da güzel.

    YanıtlaSil
  2. bana biraz eksik gibi gelmişti ama üstad sensin, öyle diyosan öyledir.

    YanıtlaSil
  3. cık eksik değil fazla bile, hatta fazla olan şeylerden dolayı yorucu demiştim. bi de üretmeyen adamdan üstad mı olurmuş :)cık olmazmış.

    YanıtlaSil
  4. masalcı olan sensin diye demiştim.
    hmm üstad tanımı seri üretim gerekliliğini içermiyo bildiğim kadarıyla :)

    YanıtlaSil