28 Ağustos 2010

veba

keyfini yokladı. üç kere. yine yerinde yoktu.hep böyleydi sahi, olsada yokmuş numarasına yatmayı kendine marifet sayardı. yine yoktu işte. belki de hiç olmamıştı. yüzyıllardır kendini kandırdığı bir sanrıydı belki de. yaşamanın ağır geldiği insanlara özgü bir sanrı...

koştu, koştu, koştu...caddelerde, ara sokaklarda... nehir kenarına kadar vardı. durmadı; ne kendisi ne de aklında gezinenler. durmadı; durursa nefesi, anlatsa kelimeler eriyecekti sanki dilinde. anlatamazdı sahi, bir an unutmuştu sağırlık vebasını. kendinden başkasını duyamayan kulaklar bırakmıştı veba herkese. hastalığın tedavisi için yıllardır ruh doktorları el birliğiyle terapi saatleri boyunca akreple yelkovanın hızlı ilerlemesi için yalvarıyorlardı. 'nasılsın' sorusunun bir önemi yoktu, nasıl olduğunun da; cevabı bir önem arzetmediği için vebalılara. o yüzden kimse ayak seslerini duymadı. sadece koştu etrafına bakmadan.

ertesi gün koşmayı bırakıp bir bisiklete atladı. pedallara asıldıkça resimler hızlanıp film oluyordu beyninde. hızlandı, bir an önce son kareye gelsin, bitsin istedi. biterse belki unutabilirdi diğer insanlar gibi çabucak herşeyi, aklı bir eskici dükkanına dönmeden evvel. unutabilmeyi şiddetle arzuladı. hiç bir zaman bir şeyi onlar gibi arzulayamadığı için bunu da becerememişti. esefle kendini kınadı. bu kınama sonucu eline bir şey geçmemişti ya da herhangi bir atom yerinden hareket edip, mevcut durum için bir değişikliğe sebebiyet vermemişti. yalnızca içinde bulunduğu duruma olan öfkesini kendisine ispatlamıştı. teşbihte hata bulmadan bir kısım insanların diğerlerine saldırışının ardından geri kalanın tek yaptığı şeyin bunları kınamaktan ibaret olduğunu anımsadı. yıllarca hep bunu anımsamıştı ama artık dua edemeyenlerden korktu,  kalbiyle buğz edemeyenlerden de. çok korktu...eskiden de böyle miydi? zihnindeki yıkıntıların arasında buna dair bir kayıt bulamadı. sık sık hatırlatmalıydı kendine hangi yüzyılda yaşadığını. unutur gibi olmuştu bir an, pedalları yavaşlattı. kocaman kuş dolu bir kafesin kapısı açılınca kuşların gökyüzünü doldurup kaçışı gibiydi o kısacık an. ne de kıymetliydi. bazen saniyeler geçmek bilmezken o kısacık unutma anı uçuvermişti puf diye. zihnine üşüştü gerisingeri binlerce bakış, duruş, gülüş, kelimeler, sesler, yüzler...hangisinden kaçıp hangisinden tiksineceğini şaşırdı.

yanlarından geçtiği çocuk annesine bir şeyler soruyordu hevesli merakıyla. daha iyi duyabilmek için iyice yavaşladı, gözüne bir şey kaçmış gibi yapıp ovaladı. bir umut, belki annesi duyardı çocuğu. ama kadın başından savmaya yetebilecek bir kaç  şey mırıldandı. çocuk susması gerektiğini anlamıştı. annesi de vebadan nasibini almıştı. ne yazıktı. önceleri çocuktur diye dinlemezlerdi, şimdiyse sağır oldukları için.  zaten onların hep, her şeyi anladıklarını düşündü. wordsworth geldi aklına. insanlığın bilgesi demişti çocuk için. sadece susmuştu bilgeliğin erdemiyle işte çocuk.

bisikletten indi, eski tuğlalardan örülmüş bir duvara dayayıp bıraktı. alıp gitmek şöyle dursun, kimse zaten dokunmazdı, yaklaşmazdı bile duvara dayanmış bir bisiklete. her an her şey bomba yüklü bir ölüm makinası olabilirdi bir kaç saniye içerisinde. çöplüğe dönmüş zihni de...insanların ölüm saçan bir bombadan daha tehlikeli olduklarını anımsadı. içini susturamamıştı işte yine, beynini de...derin bir nefes aldı. vermedi. kendini içine çekti gitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder